Bu algıda AB meselesinin siyasi iç hesaplaşmalara alet edilmesi kadar Batı kamuoyu hakkındaki bilgi eksikliğinin de etkisi var. Ne yazık ki Batı’yı hâlâ siyasetçilerin demagojik beyanları, medyanın sansasyonel asılsız haberleri ile aşırıların saldırgan ve popülist yaklaşımlarına göre değerlendiriyoruz. Akademik ve fikir alemindeki tartışma ve gelişmelerin ısrarla uzağında kalıyoruz ve çoğu zaman kulak tıkamayı tercih ediyoruz. Çünkü bunun kolaya ve ezbere alışmış kafa konforumuzu bozacağını biliyoruz. Günlük basit ve seviyesiz tartışmalar arasından usturuplu beylik laflarla daha kolay alkış alacağımızın şuurundayız, ancak bunun hiçbir problemi çözemeyeceğini idrak edemiyoruz.
Meselâ; AB’nin başını çeken Almanya’nın hiçbir surette Türkiye’nin tam üyeliğine taraftar olmadığı en az 30 yıldır tekrar edilmesine rağmen bu husus tarafımızdan kulak ardı edilir, esaslı bir tahlile tabi tutulmaz, sebepleri ve temelleri üzerinde durulmaz. ‘Tam üyelik’ talebimizin gerçekçiliğini ele alıp tüm yönleriyle değerlendirmek yerine hissi bir tavırla ‘başka bir ihtimali müzakere etmeyiz’ diye çıkışıyoruz, ancak bir ilerleme sağlayamıyoruz. Bu sebeple ‘imtiyazlı ortaklık’ ve düşünülebilecek diğer ihtimalleri de bir yana bırakmak mecburiyetinde kalıyoruz. Çokça dillendirilmesine rağmen Avrupa konusunda bir devlet politikamızın ve geleceğe matuf dört başı mamur bir yol haritamızın bulunmayışı, bugün iki dost bağlamında ele aldığımız ilişkilerin iki gün sonra Hilal-Haç Kavgası seviyesinden ele alınmasını sağlıyor.
Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schmidt’in, siyasi hayatının ardından Almanya’nın geleceğine ilişkin politikalar üreten mühim isimlerden birisi olduğu biliniyor. Sosyal demokrat olmasına rağmen, fikirleri değme muhafazakara taş çıkartacak katılıktaki H. Schmidt’in Avrupa konusundaki düşünceleri Brexit denilen gelişmeyle yine aktüel hale geldi. O, Almanya-Fransa ekseninde kuvvetli, merkeziyetçi bir AB’den yanaydı. Son zamanlarda bu yolda mühim adımlar atıldı. Schmidt’e göre (özetle); ‘’İngiltere’nin ve Türkiye’nin AB’ye girmesi bir ABD projesidir ve bunlar Truva Atı’dır. (Bunları söylediğinde İngiltere AB’de idi.) Türkiye’nin yeri ticari ilişkilerin gelişmesi için Gümrük Birliği ile sınırlı kalmalıdır, siyasi ve hukuki hiçbir hak verilemez. Türkiye’ye serbest dolaşım hakkı verilmesi Avrupa’nın altına dinamit koymaktır. Kültür faktörü ve İslam faktörü Türkiye’nin AB’ye girmesi için en büyük engellerdendir. Diğer yandan kötü olan Türk ekonomisi AB’ye altından kalkamayacağı yükler getirecektir.’’
Gelecekte ABD. AB ve Çin’in rol oynayacağı üç kutuplu bir dünya öngören H. Schmidt, Türkiye’yi AB’nin değil ABD’nin yanında görmekte ve bize Truva Atı muamelesini uygun görmektedir. Günümüz itibariyle, Schmidt’in ömrü görmeye yetmese bile diğer Truva Atı İngiltere’den kurtulma sürecini yaşayan AB’nin Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakması mümkün görünmemektedir. Tarafımızdan bunun kavranması ve üzerinde kafa yorulması, birliğin kapısında tüm aşağılanmalara rağmen sonu belirsiz bir özveriyle beklememizi önleyeceği gibi, alternatif politikalara yoğunlaşmamızı kolaylaştıracaktır.
Türkiye’deki mahalli seçimlerin ardından ve 26 Mayıs’ta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri vesilesiyle gündemde yer alması kuvvetle muhtemel Türkiye-AB ilişkilerine daha geniş, derinlikli ve uzun vadeli perspektifler açısından yaklaşmak, ufkumuzu, gayelerimizi ve hedeflerimizi daha net ve gerçekçi hale getirmek için ciddi bir zihni faaliyet hiç şüphesiz gereklidir. Türkiye’nin Avrupa’daki fikri çevrelerin söyleyeceklerine hiç şüphesiz Hilal-Haç denkleri dışında sağlayacağı katkıları ve verebileceği cevapları vardır. Türkiye bu hususları değerlendirirken Ankara’da oturup dört duvar arasında politika ürettiklerini zannedenlere değil 60 yıldır Avrupa’da yaşayanlara kulak verse daha gerçekçi bir perspektif elde edecektir.
Yorumlar