Gabriel, gazete haberlerine göre eğer koalisyon kurulacaksa CDU’nun Avrupa Birliği (AB) konusunda sundukları her teklife ‘hayır’ dememesi gerektiğini ifade ediyor. Aynı Gabriel, başka bir açıklamasında AB konusunda Türkiye ile Ukrayna’yı aynı kategoride ele alıyor ve bu iki ülke için birlikten çıkma sürecindeki İngiltere benzeri bir yol bulunmasını teklif ediyor. Bu görüş bazı yorumcularca İngiltere’nin ‘brexit’ine izafeten ‘trexit’ olarak değerlendirildi.
Bilindiği gibi AB maceramızda CDU/CSU ‘imtiyazlı ortaklık’ı savunup Türkiye’nin hiçbir zaman tam üye olamayacağını söylerken SPD tam üyeliğimizi savunmuştur. İmtiyazlı ortaklık, AB’ye tam üye olmadan, yüksek karar organlarına girmeden ve birçok yerde söz hakkına sahip olmaksızın, serbest dolaşımın kesinlikle olmadığı, sınırları çizilmiş ve hareket alanları belirlenmiş, iki tarafın uzun süreli işbirliğini esas alan bir modeldir. Bu modelin hem Almanya’da hem Avrupa’da en büyük ve keskin savunucusu Angela Merkel’dir. Merkel, bu çizgisinden şimdiye kadar hiç ayrılmadı. Bu yöndeki açık söylem ve tavırlara rağmen Türkiye, bunu uzun süre anlamak istemedi, imtiyazlı ortaklık gibi bir modeli kesinlikle reddetti, ya hep ya hiç çizgisinde ısrarcı oldu.
CDU’ya yakın siyaset ve akademisyen çevrelerinin uzun yıllardır savundukları anlayışa göre, Türkiye ve Ukrayna hiçbir zaman AB’ye üye olamayacak, ancak AB tarafından dışlanarak bir tarafa bırakılmaması gereken iki ülkedir. Bazı çevreler İsrail’i de ‘Avrupa’nın ona karşı sorumluluğu’ ve ‘korunma ihtiyacı’ nedeniyle üçüncü imtiyazlı ortak adayı olarak görmektedirler. Böylece imtiyazlı ortaklık, üçü de aslında Avrupa ülkesi olmayan ve olamayacak, ancak Avrupa ile sıkı bağlantılarının bulunması gereken ülkelerle ilgili bir çözüm yolu şeklinde takdim edilmektedir. Dikkatlice değerlendirildiğinde bunun ülkelere imtiyaz bahş etmekten ziyade ülkeler üzerinde vesayet kurmayı hedeflediği açıktır.
Sigmar Gabriel’in bir yandan ‘AB hakkında getirdiğimiz teklifleri peşinen reddetmeyin’ talebini dile getirirken öte yandan Türkiye için parti ve şahıs olarak şimdiye kadar savundukları modelin dışına çıkarak CDU’nun yıllardır savunduğu modele göz kırpması, ‘bu hususta sana zorluk çıkarmayacağım’ anlamına gelmektedir. Kaldı ki, Gabriel daha da ileri giderek ‘Türkiye ile Gümrük Birliği yeni ve daha yakın bir şekle dönüşebilir. Fakat bu Türkiye kendisini değiştirmeden mümkün değil’ diyerek, son dönemin beklentilerine atıf yapmaktadır. Türkiye’de tutuklu Alman vatandaşlarının durumunu hatırlatan Gabriel, son zamanlarda bazılarının serbest bırakılmasının iyiye işaret olduğunu söylerken, gelinen noktanın yeterli görülmediğini vurgulamaktadır.
Görünen odur ki, Gabriel Türkiye’yi bir yandan koalisyon pazarlığının konusu yaparken diğer yandan pazarlık sürecini Türkiye’den beklentilerinin karşılanması için manevra alanına döndürmek çabası içerisindedir. Politik hayatının başından itibaren çok yakın bir zamana kadar Türk ve Türkiye dostu bir şahsiyet olarak dikkat çeken Gabriel’in geldiği nokta ne yazık ki bizler açısından kabul edilebilir değildir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi Almanya’da popülizmin eskiden hayal edilemeyecek oranda yükselişi ise, diğer bir sebebi de bizim ülke olarak kriz yönetimi konusundaki eksikliklerimiz ve uzun vadeli politikalar üretip takipçisi olamayışımızdır.
Yorumlar